Homeros, Odysseus, Dede Korkut Hikâyeleri (1)

Hüseyin Avni Cinozoğlu

Hüseyin Avni Cinozoğlu

HOMEROS ODYSSEUS, DEDE KORKUT HİKÂYELERİ ( KİTÂB-I DEDE KORKUT ALÂ LİSÂN-I TÂİFE- İ OĞUZAN )

ODYSSEUS, PENELOPHE, BAMSI BEYREK, BANI ÇİÇEK, KYLOP ( TEPEGÖZ) ALKESTİS ( DELİ DUMRUL)

James Joyce’nin ULYSSES romanını inceledikten sonra bir KARŞI ULYSSES yazmaya karar verdim. Okurun huzuruna bir KARŞI ULYSSES ile çıkmak için HOMEROS’u ve ODYSSEUS’u yakından incelemeye koyuldum. ULYSSES’i Nevzat Erkmen’in yetkin Türkçesiyle üç kez dikkatle, notlar alarak okudum.

 Zalifre Yazıları’nda yayımladığım, Yunus Emre’nin Türkmen Kocası Müslüman bir şair değil, Yunani kültürün JENERİK BİR İSMİ olduğunu, tarihsel süreçte Sünniliğin etkisiyle büyük bir dönüşüm geçirdiğini, Cumhuriyet sonrası da, Yunus Emre’nin Eskişehir Sarıköy’de mezarının bulunduğu ve mezarda iskeleti bozulmamış seksen yaşında, Türkmen Kocası Yunus Emre ile karşılaşıldığına dair, devletin resmi bir yalan uydurduğundan söz etmiştim.

Hattâ Eskişehir Sarıköy’de kazıyı yapan ekibin sorumlusunun, mezar kazılırken, bazı doğaüstü ve metafizik olaylar ve alametler olduğuna dair bir betimlemede bulunacak denli, entelektüel namus ve dürüstlükten yoksun olduğunu, ifade etmiştim.

Halim Baki Kunter, Yunus Emre hakkında Türkiye’de ancak İskender Pala’nın yapabileceği çapsızlıkta hile ve sahtekârlığa ve şarlatanlığa çekinmeden başvurabiliyor.

Yunus Emre hakkında yazdığım makaleyi de bu metne ekleyeceğim. Bir takım softalar hatta akademi çevrelerindeki tasavvuf düşkünü, ilahiyat hocalarının, cahil ve cühela siyasi zevatın,  damarına bastığımı biliyorum.

Bu çevreler dâhil Türkiye’de genel kanı,  sanki “köylü bir Yunus Emre var” noktai nazarında birleşmeleri.  Değerli Tahir Abacı’nın Akatalpa’da yayımlanan bir yazısında  “ köylü Yunus Emre”den bahsetmesine de şaşırdığımı belirtmeliyim.

Türkçenin Ahmet Oktay gibi yüksek zekâlı ustalarından, Şair Metin Cengiz’in görüşleri, benim bu bağlamdaki tezlerimi de destekler mahiyette.

Şair Metin Cengiz “Küreselleşme, Postmodernizim ve Edebiyat”[1] adlı denemeleri ufuk açıcı bir mahiyette: “Dinlerin ve uygarlıkların bulundukları coğrafyadaki eski kültürel gövdelerin üstünde yükseldiklerini söyleyebiliriz. Bir çeşit kendine benzetme, kendine uygun hale getirme, seçip eleme yöntemiyle içinde yeşerdiği kültürel coğrafya tarafından kabul edilir olma. Her uygarlık kökü oldukça derinlerde ve yüzyıllar boyunca oluşmuş kurumların, yaşama biçimlerinin, ritüellerin, inançların vb. gövdesine nüfuz ederek oluşur ve sürecini oluşturur.”[1]

Sadece Yunus Emre değil, Türkçenin şaheserlerinden Dede Korkut Hikâyeleri de Yunani kaynaklıdır.

Homeros’un, Odysseus’u İthaika kralıdır. Ve Troıa savaşına katılır. Başından türlü maceralar geçer. Yirmi yıl yurdundan uzak kalır ve karısı Penelophe’yi bir takım beyler talip olur ve almaya kalkışırlar.

Odysesus’a gokkubbeyi omuzlarında taşıyan Dev’in kızı KALYPSO âşık olur ve bulunduğu adada Odysseus’u alıkoyar. Yirmi yıllık bir ayrılıktan sonra Odysseus vatanına varır ve karısı Penelophe’nin taliplerine kendini tanıtamamak için dilenci kılığına bürünür.

Odysseus, kimsenin germeye muvaffak olamadığı kendi yayını ele geçirip, oku nişan alınan on iki halkanın içinden geçirir.

Odysseus, yalvarmalarına yakarmalarına bakmaz ve karısının talibi beyleri öldürür. Nihayetinde Odysseus, karısına kendini bir takım nişanlarla tanıtır.

Dede Korkut Hikâyeleri”nde İthaika Kral Odysseus, Dede Korkut Hikâyeleri’nde KAM BÜĞRE BEYOĞLU BAMSI BEYREK olarak karşımıza çıkar.  Penelophe’nin rolünü de BANI ÇİÇEK üstlenir.

Bey Bamsı Beyrek’in macerası da Odeysseus’a benzer.  Bamsı Beyrek Bayburt tekfuruna esir düşer ve kendisinden on altı yıl haber alınamaz. Nişanlısı Banı Çiçek’i Yalancı Oğlu Yalancık adında birine vermeye kalkışırlar.

Bamsı Beyrek’e esir olduğu kale beyinin kızı âşık olur. (  Odysseus’a dev’in kızı Kalypso âşık olur )

Bamsı Beyrek esirlikten kurtulunca vatanına döner, Penelophe’nin Yalancı Oğlu Yalıncıkla evleneceği düğüne gider.  Kendini tanıtmamak ve düşmanlarını kim olduğunu öğrenmek için deli bir ozan kılığına girer.  (Odysseus dilenci kılığına )

Beyler güveyi Yalancı Oğlu Yalancık’ın nişan yüzüğüne ok atıp vurmaya çalışırlar. Fakat vuramazlar. Bey Bamsı Beyrek kendi yayını getirdikleri zaman yayı çeker ve ok yüzüğe isabet edip parçalar.

Bey Beyrek Odysseus’tan farklı olarak Yalancı Oğlu Yalancık’ın aman dilemesi, yalvarması üzerine affeder. Odysseus karısının taliplerini yalvarmalarına aman dilemelerine aldırmaz ve hepsini acımazca öldürür.

TEPEGÖZ ( KYLOP POLYPHEMOS )

ODYSSEUS’ ta, Kylop Polyphemos, deniz tanrısı Poesidon’un oğludur. Koyunların sütüyle geçinir ve Odysseus’un arkadaşlarını yer.  Odysseus ateşte kızarttığı bir kazığı Polyphemos’un tek gözüne saplayarak onu kör eder.

Polyhemos kör olduktan sonra mağaranın ağzını tutup koyunları elleriyle dokunarak dışarı çıkarır. Odysseus Polyhemos’un en büyük koçunun altına saklanarak mağaradan çıkar ve kurtulur.

Dede Korku Hikâyeleri’nde benzer durum söz konusudur. Tepegöz’ün tepesinde tek gözü vardır. Bir pınar perisiyle bir çobanın birleşmesinden doğmuştur.  Tepegöz her gün iki insan ve beş yüz koyun yiyerek karnını doyurur.

Tepegöz kahraman Basat’ı yakaladıktan sonra uykuya dalar.  Basat ateşte kızdırdığı mızrağı Tepegöz’ün gözüne isabet ettirerek kör eder.

Gözü kör plan Tepegöz mağaranın ağzını tutar, koyunları bir bir yoklayarak dışarı çıkarır. Basat, Tepegöz’ün en iri koçunu keser ve koçun derisini yüzer ve posta bürünür.  Tepegözün bacakları arasından geçerek mağaradan çıkar ve kurtulur.

DELİ DUMRUL ( ALKESTİS )

Ecel, kral Admentos’a kendi yerine başka birini bulduğu takdirde Admetos’un canın almayacağını söyler.  Admetos anne ve babasına başvurur. İkisi de red eder.

Admetos’un karısı Alkestis kocasının yerine ölmeyi kabul eder.  Yeraltı tanrısı Hades’in karısı insafsız Persephone sadakatin bu boyutta olması karşısında yumuşayarak ALKESTİS ve kocası ADMETOS’ geri verir.

Dede Korkut Hikâyeleri’nde de benzer izlekler söz konusudur:

Azrail Deli Dumrul’a kendi yerine başka birini bulursa Deli Dumrul’un canını almayacağını söyler.

Deli Dumrul anne ve babasına başvurur.  Fakat ikisi de red eder.

Deli Dumrul’un karısı canını vermeyi kabul eder. Yüce Tanrı bu sadakat ve fedakârlık karşısında Deli Dumrul ve hatununa yüz kırk yıl ömür verir.

DEDE KORKUT HİKÂYELERİ VE SAFRANBOLU

Elimdeki Dede Korkut Hikâyeleri Varlık Y. Mart 1977. 5.baskı.  Suat Hızarcı’nın önsözünde ilginç ve şaşırtıcı bir bilgiyle karşılaştım. Bamsı Beyrek Ve Banı Çiçek’e dair hikâyenin Safranbolu varyantının olduğu bilgisi.  Rahmetli Hüsniye Teyze ( Hüsniye Günday)  bu öyküyü bana anlatmıştı.

HOMEROS VE ODYSSEUS pagan inançların hüküm sürdüğü bir ortamda vücut bulmuşlardır. HOMEROS tıpkı YUNUS EMRE gibi Jenerik bir isim.  DEDE KORKUT’ DA. Bir gelenek.  Müslüman Oğuzlar,  Pagan HOMEROS’ u dönüştürürken hikâyede bazı renk değişikliği yapmaları zorunluydu.

Bu minvalde daha önce ZALİFRE YAZILARI’NDA yayımladığım ve devletin resmi bir yalan tertipleyerek, edebiyatı ve şiiri elbette gerçek Yunus Emre’yi müsadere ettiklerine dair görüşlerimi açıkladığım denememi de ekliyorum.

TÜRKÇENİN BÜYÜK ŞAİRİ YUNUS EMRE VE ŞAHESERLERİ DOĞRU OKUMAK. ÖZGÜN ESERİN SAHİBİ GERÇEK YUNUS ( IONNES) EMRE HIRİSTİYAN MIYDI?

Yunus ( Ionnes)  Emre şizoid ve anarşist ( elbette dâhi )  bir şairdir. El Yunan ( Konya’da ) yaşamıştır, yerli Hıristiyan ahaliye mensuptur. Devlet ve Sünni Akademia “Yunus Emre’nin mezarı Eskişehir Sarıköy’dedir” yalanını ortaya atmışlardır. Ve bu resmi yalan, bugün de devam etmektedir.  Bu yalanın uydurulmasına neden olan olayları ve ciddiyetten uzak, son derece komik safahatını da izah edeceğiz.

Bektaşilik asıl Balkanlar’da ve Anadolu’da evrensel mesajı nedeniyle daha çok Hıristiyan ahali üzerinde taraftar bulmuştur.  Yunus Emre eğer Hıristiyan halka mensup ise Bektaşiliğe geçmesi bu nedenle muhtemeldir. ( Barak Baba Sarı Saltuk silsilesi )

Gerçek Yunus Emre ( Ö. 1320 ya da 1321 ) ötekileştirilmiş ve dışlanmış bir insandır.  Bu yüzden var oluşunu daha baskın olarak ifade etmek ihtiyacını hissetmiş, eşitlik ve kardeşlik talepleri bu ötekileştirilmenin bir dışa vurumudur…

İlk ve gerçek Yunus Emre şizoid bir dâhi olduğu için şeyh değildir, müritleri de yoktur. Şeyh ya da tarikat reisleri paranoyaklara mahsus bir kurgu yeteneğine de sahip oldukları için,  sistemli bir kuram geliştirebilir ve etraflarında müridler toplayabilirler. İsa’nın on iki havarisi mürid değildir

Gerçek Yunus Emre Hazreti İsa gibi şizoid yapıdadır. Bu yüzden eseri minör bir şaheserdir. Bu merkezi şaheser metin, tıpkı Homeros’ un İlyada ve Odysseia adlı destanlarında olduğu gibi daha sonra pek çok ilaveler ve zeylerle çoğalmıştır. Edward W. Said’in “Homeros” için yaptığı yoruma benzer bir tanımlamayla, tarihte yaşayan ve özgün eserin sahibi bir Yunus Emre vardır, ama bugün tanıdığımız Yunus Emre özgün ve başlangıç metnin sahibi Yunus Emre değildir, sonucuna varabiliriz.

Bu iddiayı açımlamak için Nietzsche’nin Homeros ve Homerosçu geleneğe dair yaptığı tespitlerden yol çıkmak mümkündür. Edward W. Said’in, Nietzsche’nin bu bağlamdaki görüşlerini de içeren yorumu dikkate caliptir:

“ B. İnşa – olarak – Yeni Başlangıç. On sekizinci yüzyıldaki seleflerinde de sık sık görüldüğü üzere, Nietzsche’nin yaratıcı kişiselliğe ilgisi “Homeros sorunu” etrafında şekillenmiştir. İki şirin de yazarı Homeros muydu? Homeros kanlı canlı bir insan mıydı? Bu insan “Homeros”  muydu? Yoksa “Homeros” bir tür jenerik, işlevsel bir ad mıydı? Birazdan alıntılayacağım pasajda Nietzsche’nin buna verdiği yanıt tuhaf bir tereddüt sergiliyor. Göründüğü kadarıyla, Nietzsche’yi muallâkta bırakan şey, bireysel insanı kavrayışıdır; o bu kavrayışa başvurmayı destanı bir “fikre” ya da “bir halka” değil, bir “insan” a tahsis etmek için elzem görür, fakat iş şiirlerin yazarını tek bir isimle sınırlandırmaya geldiğinde çark eder. Nietzsche bu ikilemi bir yazarın yaratıcı otoritesini sonraki şairler, okurlar ya da eleştirmenler tarafından yaratılan  “ estetik yargı” mertebesine yükselterek çözer ve aynı zamanda ( “bir hareket” ya da “bir halk” ya da “bir çağ” gibi genel fikirlerin aksine ) yazar olarak insan fikrinin geçerliliğini sürdürdüğünü savunur.

 

İlyada ve Odysseia’nın şairi Homeros estetik bir yargıdır. Fakat bu destanların yazarıyla ilgili olarak yapılan,  onun salt olanaksızlığının hayali varlığı olduğu tespiti ( ki bu yalnızca sınırlı sayıda filologun görüşü olabilir ) doğrulanmış değildir. Çoğunluk İlyada gibi bir şiirin genel tasarımından tek bir bireyin sorumlu olduğunu ve dahası bu bireyin Homeros olduğunu iddia ediyor. Bu iddianın ilk kısmı kabul edilebilir; ama benim söylediklerim dikkate alındığında, ikinci kısmı reddetmek gerekiyor. Dahası bu iddianın ilk kısmını kabul edenlerin çoğunluğunun aşağıda belirtilenleri dikkate aldığından da şüpheliyiyim.

  

  İlyada gibi bir destanın tasarımı tam bir bütün organizma değil, birbirine tutturulmuş parçaların toplamı, estetik kurallara uygun olarak düzenlenmiş bir tefekkürler derlemesidir… Fakat gerçek Homerosçu edim, Homerosçu çığır açıcı olay bazı parçaların henüz çok fazla geliştirilmemiş, doğru dürüst kavrandığı ve itibar gördüğünü söylemenin daha zor olduğu bir sanat anlayışının tezahürleri olarak birbirine tutturulması olamaz. Tersine bu tasarım daha sonra Homeros’un şöhret kazanmasından çok sonra ortaya çıkan bir üründür.  Dolayısıyla “özgün ve kusursuz bir tasarım”ı arayanlar salt bir hayalet peşindedir… Biz İlyada ve Odysseia’nın yazarının büyük bir şair olduğuna inanıyoruz. – fakat Homeros” bu şair değildi.[2]’

 

Nietzsche’nin bu görüşlerine başvurduktan sonra Edward W. Said devam eder:

 

Bu garip yargı Nietzsche’nin son sözü değildir. Nietzsche bir adım daha ileri giderek bu tür araştırmaları filolojiye atfeder - yani “bireysel ve yalıtık her şeyin nefret edilesi bir şey olarak buharlaşıp uçtuğu ve geriye yalnızca büyük türdeş görüşlerin kaldığı felsefi bir anlayış tarafından sınırlanan çevrelenen bir bilime”[3] Nietzsche “bireysel ve yalıtık” şeylere örnek olarak Homeros hakkında bilgili bir adamın sorduğu soruları aktarır: “ Bu iyi adam nerede yaşıyor ?” Neden bu kadar uzun zaman bilinmez kaldı ?”Sırası gelmişken bana onun bir siluetini veremez misiniz?”[4] Nietzsche destan gibi büyük estetik olayla karşı karşıya kaldığında, varoluşsal “ kişi” kavramını bunları açıklamayacak kadar komik ve yetersiz bulur. Olay anormaldir, fakat her şeye rağmen – daha sonraki bir tarihte – evcilleştirilmesi, metinlere ve organik bütünlerle sınıflandırılması gerçekleşir. Bu daha sonraki tarihte anormal olayı, analoji yoluyla “epik şiirler” adını verdiğimiz düzenli formasyonlara uyduracak bir inceleştirme süreci gerçekleşir. Dolayısıyla iki Homeros vardır. Ebediyete intikal etmiş ilk Homeros  “sonsuz bir imgeler ve olaylar bolluğu” yla sonuçlanan açıklanamaz bir yaratıcılık patlaması içinde tüketilmiştir. İkinci Homeros ise bugün bizimle birliktedir ve diğeri üzerine estetik bir yargı, sonraki kuşaklar tarafından Birinci Homeros’la ve bu iki şiirle özdeşleştirilen kurmaca bir yapıdır.”[5]

 

Edward W. Said dolayısıyla Nietzsche’nin kurgusuna koşut olarak “Homeros” adı yerine “Yunus – Ionnes” adını ikame ettiğimiz de durum açıklığa kavuşur. Aynı şekilde Dede Korkut Hikâyeleri’nin kaynağı da Homeros’un Odysseia‘ sıdır.

 

Gerçek Yunus Emre muhtemelen Hıristiyan azınlığa mensuptu, Yunaniydi. Daha sonraki Sünni akidenin etkisiyle bu özgün eser ve şair hakkında estetik bir yargı ile Yunus başkalaştırılarak ve “meşrulaştırılarak”  edebi kanona dâhil olunmuştur. Fakat Sünni egemen kast “inceleştirme” “yetkinleştirme” yerine özgün eseri tahrif etmek suretiyle, aslından yüzde yüz farklı kopyasına geçerlilik kazandırmışlardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde “ Osmanlı imparatorluğunda egemen Sünni akidenin, kendini sanata – edebiyata muhtaç hissetmediğini” vurgular. Dolayısıyla sonraki Sünni Yunus Emre ve geleneği parıltısını ve enerjisini kaybetmiş olarak oldukça tahrif edilmiştir. Bu tahrifata aşağıda anlatacağımız gibi son derece patolojik, komik ve şarlatan yöntemlerle “resmi bir devlet yalanı” olarak devam ettirilmektedir. Belki aynı yargıları Hoca Ahmed Yesevi ve Hace Bektaş Veli hakkında da, iddia etmek mümkündür? Hace Bektaş Veli’nin bugün mevcut Makamat’ı ne kadar sahih ve özgündür. Sünnilikçe bu özgün eser dönüştürülmüş müdür? Nietzsche’nin yukarıdaki sorularını Hace Bektaş Veli ve Hoca Ahmed Yesevi hakkında da sorabiliriz. “ Bu iyi adam nerede yaşıyor? ” Neden bu kadar uzun zaman bilinmez kaldı? ” Sırası gelmişken bana onun bir siluetini veremez misiniz? ”

 

 

Sünni Âşık Yunus, Bizim Yunus ve cümle Yunus’lar Sünni ve kifayetsiz muhteris akademisyenlerin kurguladığı hurafelerle cahilce inşa ettikleri ve asıl metni tahrif eden kurgulardır

 

Kültür bakanlığı’nın yayımladığı kitaplar neden hasarlı, baştan savma?

 

Yunus Emre’yi yozlaştıran Sünni akademisyenler.

 

Sünni akademisyenlere itimad edilebilir mi?

 

İbni Arabî’nin vaaz ettiği vahded-i vücud ya da tasavvuf akidesi Hıristiyan teolojisinden mülhemdir.  Gerçek Yunus Yeni Plâtonculuk ( Platon’un Hıristiyan yorumu) doğrultusunda eserini inşa etmiştir

 

Her yeni din eski dine bazı tavizler verir. Tasavvuf da İslam’a yüzde on oranında tavizler vermiştir. Tasavvuf yüzde doksan oranında İslam’ın haricindedir

 

Mevlana Celaleddin Rumi, İbni, Arabî, Gerçek Yunus, Müslümanlıktan çok farklı, âdeta yeni bir dini akideye benzer görüşler vaaz etmişlerdir. Eser ve içtihatları Müslümanlığa mesafelidir

 

Gerçek Yunus Emre muhtemelen marjinal duruşu ve şiirleri nedeniyle dolaylı olarak siyasi bir eylemle irtibatlandırılıp, egemen kast tarafından katledilmiştir.

 

Bu egemen kast, katlettiği Yunus Emre’nin serencamına adeta bir yayın yasağını da devreye soktuğu için, Gerçek Yunus hakkında hayatına ve macerasına ait bilgilerden yoksun kalınmıştır.

 

Şemsi Tebriz’i, Hallacı Mansur gibi Yunus Emre’de katledilmiştir.

 

Egemen kast tarafından katledilen gerçek Yunus Emre bir zaman sonra onu katleden unsurların halefleri tarafından meşrulaştırılmak zorunda kalınmıştır ( Türkiye’ de elli yıl evvel “vatan haini” ilan edilen Nâzım Hikmet’in günümüzde “vatan şairi” olarak meşrulaştırılmasına benzer bir dönüştürme )

 

Kültür bakanlığınca 2012 de yayımlanan Yunus Emre Anı Ve Armağan Kitap’ta Sayın Turan Alptekin ve Sayın M. Sabri Koz, Beşir Ayvazoğlu’nun metinleri dışındaki metinler hatalı, hasarlı, hurafe ve önyargılarla dolu, bilimsel doğruluktan uzakta, tekrarlanan bayat klişe metinlerdir.

 

Ayrıntılı olarak bu konudaki görüşlerimi izah edeceğim:

 

Prof. Dr AHMET KARTAL’ın HURAFELERİ:

 

Sayın Ahmet Kartal 1071 de Anadolu’ya akın ederek bu coğrafyayı kısa sürede fetheden Türkmenlerin, Anadolu’ya girer girmez fetihçiliği kadar ilim ve kültüre çok önem verdiğini

Hatta bir Venedikli bir papazın tanılığına başvurarak iddia etmektedir. “Venedikli Papas ( abbe ) Toderinin Letteretura Turcheca isimli serinde xvııı. Asra kadar Türk fikri hayatını mütalaa ederken dile getirdiği şu düşünceler dikkat çekicidir. ( Altındağ 1944- 523)  ‘ Belki de dünyada Türkler kadar ilme müştak, mütemayil ve ilmi meselelerde Türkler kadar çalışkan bir millet yoktur. Türklerde ilim ve bilgi ile en büyük hürmet kazanılabilir. gerek din gerek devlet memuriyetlerinin en yükseklerine çıkabilir”[6]

 

Ben bu Venedikli Papaz’ın bu anlayışa varmasının yegâne sebebi olarak, Şuara Tezkireleri’nde binlerce ismin, fal kitabından, en basit hurafe metinler kaleme alanlar dâhil, tarikat önderlerinin söylediği basit vecizeler nedeniyle âlim sayıldığı bir iklimde, şairle şarlatanın ayırt edilmeden, cümlesi âlim ve sanatkâr olarak Şuara Tezkireleri’nde sayıları binleri aşması,  yüzeysel olarak “Türkler çok ilim adamı yetiştirdi” şeklinde, hatalı bir tasavvur olduğunu düşünüyorum.

 

1071 den 200 yıl sonra Türkçe yazılı dilde ifade edilmeye başlar. Türklerde yazılı dile geçişteki bu gecikme, sanat şiir açısından bir mahzur olarak görülmese de, zira şiir sözlü kültür içinde de soyluca inkişaf etmiştir. Fakat bilim yapmak için yazılı dil gereklidir.

 

1071 den XIV. yy. kadar Türklerin fethettiği Anadolu Coğrafyası’nda şiir, sanat, mimari ve bilim, hülasa medeniyeti inkişaf ettirecek bir birikim zaten mevcuttu.  Bu birikim ve donanıma sahip olanlar Yerli Hıristiyan halklardı. Rumca, Ermenice, Süryanice, İbranice eserlerle birlikte Arapça ve Farsça eserler, vermekteydiler.

 

Feylesof Hegel’in, Efendi Köle Diyalektiği hatırlanırsa medeniyeti ve uygarlığı inşa edenler kölelerdir.  Savaşçı ve Alp Türkler kılıç üstünlüğü ile Anadolu’daki yerli Hıristiyan halk üzerinde siyasi olarak egemenlik kursalar da, Anadolu’da “ilmi”  sanatı, mimariyi inşa eden ehliyete sahip olanlar Akıncı Türkler değil, Yerli ve Hıristiyan Halktır.

 

Sayın Ahmet Kartal’ın sayfalar boyunca 1071 den başlayarak kısa sürede ilimde dev adımlarla ilerleyen Türklerden bahsetmesi klişe cümlelerce tekrarlanmakta. Sonra yazdığı bir cümle ile zaten sayfalar boyunca abarttığı bu düşüncelerini belkide ezbere gitmenin dikkatsizliği içinde yerle bir ediyor: “ TUHAF OLAN ŞU Kİ, BU KUTALMIŞ TÜRK OLMASINA RAĞMEN ASTRONOMİ ( NÜCUM ) İLMİNİ ÇOK İYİ BİLİYORDU.”

 

Sayın Ahmet Kartal ilim aşkını methettiği Türkleri, bu kez alıntıladığı bu cümleyle Türk olmak ilimle meşgul olmaya engel bir hal olarak nitelendiriyor. Semantik bağlamda da birbirine zıt iki cümle.

 

Sayın Ahmet Kartal, Türklerin ilim konusunda methederken, bu ilim kelimesini çok müsrif biçimde ve bilim dışı alanları, hurafeleri içerecek manalar vermesi de gülünç bir durum.  Bazen “tabii ilim”, “pozitif ilim”, “felsefe konusunda ilmi tartışmalar”, gibi yanlış anlamlarla kuşatıyor.

 

Ahmet Kartal XIII. yy. Türklerin ilim aşkı ve kabiliyetine misal olarak Farsça, Arapça yazılan ve bazen tabii ilim, bazen pozitif ilim, bazen ilim, felsefi ilim, akli ve tabii ilim, gaybi ilim vb. olarak nitelendirdiği eserlerin çoğunun aslında bilim dışı hatta hurafeler olduğunu fark edemiyor. Fal Kitapları, Rüya Tabirleri, Gizli İlimler, Nucum İlmi, gibi hususlarda büyük bir bilimsel kemal görmekte. Aslında fal, falcılık, simya, büyü,  İslam dinince men edilen alanlardır.

 

57. sayfa son paragrafını 8 cümlesini, 57.sayfa belki dikkatsizlikten Mantık ve Hikmet alt başlığı altında aynen tekrarlamıştır.

 

Ahmet Kartal, ilim başta olmak üzere Türkleri her anlamda birinci ilan etmek için Musiki ve Raks’da da Türkleri şampiyon ilan etmekte, gecikmiyor. İlim ve tasavvuf meclisinde raks eden kadın sanatçılardan söz ediyor. Raks eden kadın sanatçıların ilim ve tasavvuf meclislerinde değil “Oturak Âlemleri” nde raksettiğini yazsaydı meramını daha doğru ifade etmiş olurdu.

 

Mesela bu kitapta metinleri kaleme alanlar Mehmed Siyah Kalem ve bu bağlamda Şamanizm üzerinde düşünmedikleri görülüyor. Ve Ahmed Yesevi üzerindeki İslam’dan çok Şamanizm Budizm be Manihenizm’in etkileri irdelenmiyor.

 

Genelde metinler, hurafe sayılabilecek türden rivayetlere gerçek bir bağlam atfederek değerlendirilmekte.

 

Metinler, klişe cümlelerle ilerliyor, edebi ve sanatsal metne özgü bir retorik yetkinliğin çok altında.

 

Ahmet Kartal’ın Yunus Emre ve Tasavvufu, Sünni İslam’a dâhil etmek için aşırı ve gülünç gayretkeşliği kendini de zor durumlara duçar kılmakta. Öyle ki tasavvuf,  raks, musiki ve işreti de içerecek biçimde anlam genişlemesine uğramakta. Sünni İslam raks ve musiki konusunda, bazı hususlar dışında, yasaklayıcıdır.

 

“El Yunan”  Konya ve Havalisi Kemal Tahir’in “Devlet Ana” adlı romanında o zamanın Sodome Gomorrası olarak işrete ve sapkınlığa müptela bir belde ve ahalisinin yozlaşmış ve kozmopolitliğiyle meşhur olduğunu iddia etmektedir.

 

Aslında Tasavvuf’un,  işret, mey, müzik, raks ve sapkınlığı öncelediği, anlam genişlemesine uğrayarak, Müslümanlık has sembolleri de sınırlı ve az olarak içerdiğini söylenilebilir. Ahmed Hamdi Tanpınar XIX Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde, Sünni akidenin men ettiği işret ve rind haline geçişi muvazaalı olarak mümkün kılan tek çarenin Tasavvuf olduğunu, Divan şairi Tasavvuf muvazaası altında her türlü işret, mey, rint ve sapkınlık hallerine imkân bulabildiğini, belirtmektedir. Tasavvuf sayesinde, İslam’ın men edilen haller, aykırı ve marjinal yaşam biçimlerine bir özgürlük alanı açılmaktadır.

 

Sayın Haşim Şahin, Taptuk Emre’nin menkîbevi bir kişilik değil de, yaşamış bir şahsiyet olduğunu ispat için, Sünni, muhafazakâr anlayışını askıya alan bir kanıta dayanıyor ki, insan şaşırıyor.

 

Sayın Haşim Şahin Anadolu’da XIII. XIV. yy. da yaşayan Tapdukilerden söz ederek, Taptuk Emre’nin yaşadığını kanıtlamak istiyor. Ama yaptığı bir alıntı Taptukilerin sapkın bir tarikat olduğunu ima eder tarzda. Tıpkı Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı romanındaki gibi, toplu seks ve ensest ilişkilere müptela Hıristiyan sapkın bir gurubu tarif edişine benzer tarzda Taptukileri anlatan bir belgeye, dayanması da tuhaf:

 

el- veledüs- Şefik yazarı Kadı Ahmed Niğdevi’nin ifadelerinden anlaşılmaktadır. Ancak Tapduk Emre’nin müritlerinden pek hoşlanmadığı anlaşılan Kadı Ahmed Tapduklular /  Tapdukiler’in şeri kurallara pek riayet etmediklerini, ağaçlara taptıklarını, Sünni İslam anlayışına karşı hareket etmelerinin yanı sıra, kadınlarını, kızlarını saygıları gereği misafirlerine sunarak bir anlamda ‘ cinsel konukseverlik’ gösterdiklerini de, yazmaktadır “[7]

 

Yazar bu kanıtı ayrıntılarıyla göstermeden evvel 205. sayfada bu kanıtı sağlam bir argüman gibi görüşlerine tanık tutması, bir yerde Yunus Emre ve Taptukilerin zararına da olsa, kendi zayıf ve hurafe kabilinden tezini ispatlamak için, böylesi bir kaynağa dayanması da tuhaf.

 

Kadı Ahmed Niğdevi’nin Tapduk Emre’ye bağlı dervişlerden söz etmesi böyle bir şahsiyetin mevcudiyetinin somut delileridir

 

Yazısının iki yerinde önce daha dar ve olumsuzluk ima etmeden bu kanıtla kendi görüşünü ispat etmek için başvuran yazar, daha sonra daha geniş ve olumsuzluk içerecek şekilde, bu kanıta dayanmak istiyor.  Bir meşruiyeti inşa etmek için, bu meşruiyete son derece zıt ve mesafeli bir kanıtla ispatlamak istiyor.

 

Tabi ki bu inadında başarılı olamıyor.  Ama Yunus Emre ve Taptuk Emre hakkında bir edebi metinde asla düşünülemeyecek, nifak tohumlarını ekiyor. Düpedüz bir şarlatanlık sergiliyor. Bu şarlatanların üniversitelerde, edebiyat fakültelerinde ders okutmaları da vahim bir durumdur.

 

 

II

 

 

AKADEMİA, SÖZDE BİLİM ADAMLARI, BÜROKRASİ VE DEVLET LAUBALİ VE CİDDİYETTEN UZAK ŞARLATANCA YUNUS EMRE HAKKINDA YALAN BİR SUNUMA VE TAKDİME NEDEN GEREK DUYDU? …

 

TÜRKİYE’DE SAHTEKÂRCA İNŞA EDİLEN MODERN BİR YUNUS EMRE MENKIBESİ ESKİŞEHİR SARIKÖYDE BULUNAN İSKELET “YUNUS EMRE’NİN İSKELETİ” DİYE DÜZENBAZCA VE SAHTEKÂRCA TÜRK BİLİM ADAMALARI TARAFINDAN İLANI, SKANDALDAN DA ÖTE EDEBİYAT TARİHİNE, KÜLTÜR DÜNYASINA YAPILAN BİR SÜİKASTTIR.

 

Sarıköy’de anıtın inşası devam edilirken Yunus’un mezarı Halim Baki Kunter, Ahmed Adnan Saygun, Kemal Güngör, Raci Temizer ve Hasan Bıçakçı’dan oluşan bir ekip tarafından 28 Haziran 1947 Cumartesi öğleden önce açılacak BİR ELİ BAŞININ ALTINDA, BİR ELİ KALBİNİN ÜZERİNDE BOZULMAMIŞ HALDE YATAN BİR İSKELETE ULAŞILDI.

Ekipteki uzmanlar tarafından yapılan antropolojik inceleme bu iskeletin ALTI YÜZYIL KADAR ÖNCE SEKSEN YAŞLARINDA ÖLMÜŞ TÜRKMEN SOYUNDAN BİRİNE AİT OLDUĞUNU GÖSTERİYORDU”

 

Değerli Dostlar, Türk antropologlar elbette Amerikalı ya da Alman antropologlardan daha zeki ve bilgili olduğu için,  ayrıntılı bir inceleme, labaratuvaturda teknik ameliyeler icra etmeksizin hemen mezar açılır açılmaz ânında bu iskelet TÜRKMEN KOCASI YUNS EMRE ye ait. HEM DE SEKSEN YAŞINDA vefat etmiştir, kanaatine varıyorlar.

 

Oysa Amerikalı bir antropolog olsa altı ay, bir sene fuzuli zaman kaybıyla bu iskeletin, laboratuar dâhil tüm tetkiklerini yaparak bir kanaate varırdı. Buradan anlıyoruz ki Türk antropologlar asla zaman ve vakit harcamadan ânında iskeletin kime ait olduğunu yaşını hatta brakisefal, dolikisafal gibi gereksiz bilimsel terimlere başvurmaksızın Türkmen iskeleti olduğunu anlıyorlar. Hemen bir bakışta bir iskeletin Rum, Türkmen, Ermeni, Boşnak olup olmadığı konusunda karar veren bu Türk antropologlar ile ve antropologi ilminde Türkiye’nin çok ileri olduğunu düşünerek, ne kadar övünsek azdır.

 

O ân Yunus Emre’ye ait iskeletin nitelikleri, temsili fotoğrafı hızla ajanslardan, gazetelerin manşetlerine ve okul ders kitaplarına kadar ânında hızla yayıldığı, tahmin olunabilir.

 

En mühimi Yunus Emre’ nin bulunan iskeleti;  tarihi ve menkîbevi bütün bilgileri yüzde yüz doğrulamaktaydı. Zaten Türk ilim adamları, tarihte pek çok buna benzer, büyük başarılara imza atmışlardır.

 

Hem BİR ELİ BAŞININ ALTINDA, BİR ELİ KALBİNİN ÜZERİNDE BOZULMAMIŞ HALDE YATAN BİR İSKELET, tahayyül edilen gönül insanı Derviş Yunus menkîbesini doğrulamaktaydı. “BİR ELİ KALBİNİN ÜZERİNDE”

 

Hâlâ Ben Türkiye’de pek çok insanın, Yunus Emre’nin iskeleti hakkındaki bu doğru tarihi bilgiler nedeniyle mutlu olduklarını, düşünüyorum.

 

Devam Edelim.

 

Yıllar sonra Adnan Saygun ve Kemal Güngör’ün şahitliklerine başvurularak açılan mezardan ASLINDA ON BEŞ İSKELET ÇIKTIĞINI, bu yüzden bir hayal kırıklığı yaşayan ekip üyeleri arasında ciddi tartışmalar cereyan ettiği ve HALKIN DUYGULARINI İNCİTMEMEK İÇİN HAZIRLANAN OLUMLU RAPORU, Halim Baki Kunter’den başka kimsenin imzaladığı iddia edilecekti.”

 

Değerli Dostlar, Halim Baki Kunter, Yunus Emre hakkında Türkiye’de ancak İskender Pala’nın yapabileceği çapsızlıkta hile ve sahtekârlığa ve şarlatanlığa çekinmeden başvurabiliyor.

 

Açılan Mezar Türkmen Kocası ve İSLAM SUFİSİ YUNUS EMRE OLUNCA, mezarın açıldığı ân’da bazı metafizik alametler de icat etmek ( uydurmak ) zorunda kalıyor.

 

Ben aşağıda Halim Baki Kunter’in Mezar açılırken tanık olduğu bazı doğa üstü hadiselere dair notlarını okurken hayretten şaşakaldım.

 

“Saat 13.OO ‘te gayet açık olan havada birdenbire değişiklik görüldü. Mihaliçık istikametindeki dağlarda bulutlar peyda oldu. Yakındaki dağlara düşen doludan birbirlerine çarpan kemiklerin çıkardığı seslere benzer sesler duyulmağa başladı.  Bu senfoni bir müddet devam etti. Hepimiz ürperti içinde bunu dinledik.  İskelet tamamen toprak üzerine çıkmış, yanları da açılmış olduğu bir sırada üzerimize doğru bir bulut geldi ve gülsuyu serper gibi hafif bir yağışla kemikleri yıkadı.  Bizi fazla ıslatmadan, tertemiz yıkanmış olan kemikleri de çamur etmeden kesildi”

 

Gerçek Yunus Emre’nin mezarının Konya Karaman’da olması muhtemeldir.

Gerçek Yunus Emre katledilmiştir.

 

III

 

TÜRKMEN, TÜRK ve SÜNNİ YUNUS EMRE BİYOGRAFİSİNİ TENKİD

 

Daha önce kaleme aldığım iki makalede, Kültür Bakanlığı ‘nca yayımlanan Ahmed Yaşar Ocak editörlüğünde hazırlanan Yunus Emre anma ve armağan kitaptaki hastalıklı bilgisizce ve sorumsuzca inşa edilen Yunus Emre portresi ve biyografisini eleştirmiştim.

 

Bu bapta Yunus Emre’nin Türkmenliği,  Sünni Müslümanlığı konusunda bilgisizce, hurafelerle bilimdışı yöntemlerle inşa ve icat edilen, realite ve hakikatten çok uzak varyasyonları tenkit edeceğim.

 

Zaten Kemalist Cumhuriyet’in yeni bir Türklük inşa projesi dâhilinde Cumhuriyet sonrası ve Prof. Dr. Fuat Köprülü ile başlayan Türkmen, Türk Yunus Emre icat etme gayretkeşliği maalesef gerçek Yunus Emre’den farklı Sünni, Türk,  Tarikat Şeyhi bir Yunus Emre kurgusuyla sanal bir Yunus Emre icat edilmiştir.

 

XIII VE XIV yüzyılda Türkmen ya da Türk olarak bir millet tasavvuru yoktu. Gerçek Yunus Emre şiirlerinde bir etnise ve İslam vurgusu zaten yoktur.  Gerçek Yunus Emre’nin ( Ö.1320 ) şiirleri Türkçedir. Zaten Türkçe başlı başına dün olduğu gibi bugünde milli bağlamda bir mutluluk vesilesidir.

 

Yunus Emre’nin “Türkmen” ya da  “Türk”  “Sünni Müslüman” gibi bir kafa kâğıdına ( Nüfus cüzdanına ihtiyacı da yoktur )

 

Ayrıca editör Ahmet Yaşar Ocak başta olmak üzere, makalelerde sanki XIII YÜZYIL SONLARI İLE XIV. Yüzyıl ilk yarısında yaşayan GERÇEK YUNUS EMRE ile DAHA SONRAKİ ÂŞIK YUNUS, DERVİŞ YUNUS VE DİĞER YUNUSLARI AYIRMAKSIZIN

Gerçek YUNUS EMRE hakkında değerlendirmeleri, sonraki Yunusların ŞİİRLERİ VE BİYOGRAFİSİNE dâhil edilerek takdimi, son derece hatalıdır.

 

BİR MENKÎBEVİ YUNUS EMRE MEKTEBİNE ELBETTE İTİRAZ ETMEK DOĞRU DEĞİLDİR. MENKÎBE MASAL DESTAN DA KÜLTÜR İÇİNDE ASALETE SAHİP FOLKLORİK UNSURLARDIR. AMA ÖNEMLİ BİR SANAT EDEBİYAT OLGUSUNU EVVELEMİRDE BAŞLANGIÇ VE KÖKENİNİN DOĞRU VE HATASIZ OLARAK TESPİT EDİP, KANONİK OLARAK DA SABİTLENMESİ GEREKİR.

 

Kitapta Sayın Turan Alptekin’in üç makalesi bu farklılığı tespit ederek, değerlendirmede bulunması Turan Alptekin’in doğru bir temellendirmeyle Gerçek Yunus Emre ile XV, XVI yüzyıllarda yaşayan eser veren diğer Yunus Emre’leri eser ve muhtemel biyografileri tespitini, takdir ve hayranlıkla alkışlıyorum.

 

Bu kitapta baştan savma önyargılı ve bilgisizce makale kaleme alan bazı yazarlar sanki bir şeyh ve mürit histerisine tutulmuşçasına, aşırı görünecek tarzda mürit şeyh gibi kelimelere olan iştahları karşısında, bu sayın yazarların Nakşibendî, Kadiri, Rufai, Halveti, Celveti gibi bir tarikat üyesi oldukların bile vehmettim.

 

Bu yazarlar sanki edebiyat, sanat hatta bilimin, bir şeyhlik ve mürit paradigması içinde mümkün olduğunu düşünecek kadar bilim dışı ezbere ve yalan yazmakta âdeta yarışıyorlar.  Sanki bu yazarlar bir üniversitede değil de, tarikat yoldaşlığı, şeyh ve mürit hiyerarşisinin olduğu bir tarikatta “ilim”yapmaktalar diye de düşünmedim değil. Maalesef Türkiye’de son yıllarda akademik yetkinlikten uzak üniversiteler, böylesi menfi bir manzara arz etmekte.

 

Türkmen Yunus Emre portre ve biyografisine, hatta menkîbelere aykırı olarak Yunus Emre’nin Türkmen ya da Türk olmadığını ve Hıristiyan olup daha sonra Sarı Saltuk Barak Baba silsilesi uyarınca Aleviliğe ihtida ettiğini ihtimali de düşünülebilir.

 

  1. Kanıtım.

 

Anma ve armağan Yunus Emre kitabında Turan Alptekin ve M.Sabri Koz’un metinleri gibi yetkin bir makalesi bulunan Beşir Ayvazoğlu’nun makalesinde Feylesof Rıza Tevfik Bölükbaşı’dan yaptığı alıntı dikkatimi çekti.

 

Feylesof, Köprülüzâde’ye ithaf ettiği bu makalesinde Yeni Eflatuncu düşünce geleneğine bağlı bir panteiste ve Hurufi olduğunu iddia ettiği Yunus’un bütün fikir ve itikatları “ Nev Felatunî, hiçbir yeni fikir söylemeyen ve TÜRKLÜKLE DİLİNDEN BAŞKA İLİŞKİSİ BULUNMAYAN bir şair olduğu sonucuna varmıştır”[8]

 

  1. II.                 Kanıtım

 

Türkiye’de Yunus Emre hakkında devamlı yapılan Türk İslam vurgusu. Sanki farklı ve menfi olan bir halin ve gerçeğin üstünü örtmek gibi bir kökleşen bir haleti ruhiyenin neticeleri olarak mütalaa ettim. Yukarda da vurguladığım gibi üniversiteleri işgal eden şarlatanlar Yunus Emre için sahte biyografiler inşa etmişlerdir.

 

III. Kanıtım GERÇEK YUNUS EMRE’NİN yaşadığı dönemde ( ö.1320 ) ARAPÇA FARSÇA RUMCA LİSANLARINI ÇOK İYİ BİLDİĞİNİ,  güçlü bir eğitim aldığını düşünüyorum. Yunus Emre,  Tyanalı Apoolonius’un (ö. İ.S. I.yy. ) ruhun ölümsüzlüğü ve yeniden bedenleşme düşünceleri, Assiseli Françesko’nun (ölm. 1226 )  Fas’da, Sudan’da, Mısır Toprakları’nda ezgilerle söylenen şiirleri ve 1294 yılına kadar Kilikya’da misyoner olarak bulunduğu bilinen Kardinal Jacopone Colonna’nın ( ölm. 1306 ) aynı yüzyılda ( XIII: y.y. ) kaleme aldığı mistik şiirler, bu serbest değişim bölgesinde birlikte solumakta yankılar yapmaktadır. Saint Georgese  ( Circis ) söylenceleri gibi Hıristiyan, Rum, Ermeni ve Süryani toplulukları yüzyıllar boyu biriktirip getirdikleri inançlarda bunlara katılmaktaydı. Bir Alevi Dedesi olan Barak Baba’nın Yesevi tarz şiirleri dâhil olmak üzere tüm HIRISTİYAN MÜSLÜMAN FARS ARAP RUM ERMENİ SÜRYANİ LİTERATÜRE YANİ GELENEĞE VUKUFU VE ÖZGÜN BİÇİMDE MEVCUT GELENEĞİ AŞMASI zikredilebilir.

 

Dostum Çok Değerli Celal İnal ile bu konudaki bir sohbetimizde Yunus Emre’nin Hıristiyanlığın Aziz Francisken tarikatına bağlı bir Hristiyandan farklı olmadığını söylemişti.  Yukarıdaki tespitlerime bu akademik taife Yunus Emre zamanında Alevilik, Bektaşilik mi vardı? Sorusuyla itiraz edecekler. Orta Asya’dan gelen Şamanist Ahmed Yesevi kolu ve sonrası bir heterodoksiyi aşikâre etmekte. Bu olgu sonradan Alevi, Bektaşi gibi sıfatlarla nitelendirilmiştir. Bir hadise ya da olgular silsilesi sonradan da tanımlanabilir.

 

IV. Kanıtım

 

Yunus Emre Barak Baba Sarı Saltuk silsilesi uyarınca özelliklel Balkanlarda ve Anadolu da yaşayan Müslümanlardan ziyade evrensel mesajıyla Gayrı Müslimler üzerinde etkili olmasın nedeniyle Hıristiyanlıktan Aleviliğe sonradan geçiş yaptı. Bu geçişi belki kendinden önce Babası ve atalarının yaptığı da muhtemeldir. Gerçek Yunus Emre ARAPÇA FARÇA RUMCA LİSANLARI DIŞINDA TÜRKÇEYİ BU BAĞLAMDA ALEVİLİĞE İHTİDA ETTİKTEN SONRA KEŞFETİ VE BİR DÂHİNİN ORTAYA KOYMASINA BENZER TARZDA HRİSTİYAN VE İSLAMA AİT KENDİNDEN ÖNCEKİ SÖZLÜ VE YAZILI şiir,  hikmet, Yunani felsefe birikimini cem ederek,  daha sonraları, başlangıçtaki özgünlüğü saflığı ve yetkinliğe parıltıya sahip olmayan YUNUS EMRE GELENEĞİNİN başlatıcısı oldu.

 

  1. V.                 Kanıtım:
  2. III.               Kanıtı tamamlayan bir kanıt.

 

 Gerçek Yunus Emre, Türkçeyi sonradan öğrendi.

 Sayın M.Sabri Koz’un alıntıladığı bir bilgiden yola çıkılırsa bu konuda bir değerlendirme yapmak mümkün: “Anadolu’da medfûn olan Yunus Emre denmekle mübarek zatın menkîbelerinde yazılıdır ki, ebcedi bilmez ve hece harflerine dili dönmezdi”

 

Gerçi bu paragrafta, Sünni dönemdeki Ümmi bir Yunus Emre’den bahsedildiği de düşünülebilir.

 

VI. Kanıtım

 

Çok Değerli şair Sezai Karakoç’un Yunus Emreyle ilgili yazdığı bir makalede dili sürçerek Yunus Emre’nin Yerli Hıristiyan ahaliye mensubiyetini, belki de farkında olmadan aşikâre etmesi. Aşağıya Beşir Ayvazoğlu’nun makalesinden alıntıladığım Sezai Bey’in satırları dikkatle okunmalıdır:

 

Karakoç, bu görüşlerini dile getirdiği ilk baskısı 1965 yılında yapılan Y u n u s  E m r e adlı kitabında Yunus Emre’nin Bektaşî ve Batıni olduğu yolundaki görüşleri reddediyor, gerçek ve objektif bir edisyon kritiğin Hacı Bektaş ve halifelerinin sadık Sünniler olduklarını ortaya koyacağını iddia ediyordu.  Batıni unsur ve yorumlar Karakoç’ göre Anadolu’ya akan kalabalıkların getirdikleri İran Kaynaklı Şiir düşüncesinin devlet ve toplum yapısı zayıflayıp gayrı memnunların çoğalması sebebiyle yaygın gelişme imkânı bulmasından ve ANADOLU’DA “ ESKİ DİNİ ARTIKLARIN”  kılık değiştirerek yeni sembollerin postuna bürünerek yaşamaya çalışmasından kaynaklanıyordu.”[9]

 

Sezai Bey şathiyeler yazan ve şeriata muhalif Yunus Emre’nin, bu muhalefetinin mecazi olduğunu iddia etse de,  Sahih Yunus Emre’nin şeriat ya da Sünni İslam’a aykırı şiirleri, mecaz dolayımları reddedecek kadar sarih ve açıktır. Daha sonraları XV, XVI, XVII Yüzyıldaki Yunus Emreler elbette Sünni İslam’a bağlı Yunus Emrelerdi Hatta Sünni Müslümanlar Yunus Emre’yi Sünnilikle birlikte kendi tarikatlarına dâhil eden operasyonları da çok rahat yapabiliyorlardı Nakşibendîler Yunus Emre’yi Nakşibendî, Kadiriler Yunus Emre’yi Kadiri ve Halveti, Celveti, tarikatına kolayca mal edebiliyorlardı.

 

Sezai Bey, Sahih Yunus Emre’nin( ö. 1320) Sünnilikle alakası olmadığını elbet biliyordu Ama Yunus Emre konusunda o dönemde Solcu ve Sağcı yazarlar arasında bir inatlaşma söz konusuydu. Bilimsel doğruluktan ziyade önyargılar işe karışıyordu Zaten dikkatli bir okur Sezai Bey’in iddialarının mefhumu muhalifinden Sahih Yunus Emre’nin “eski dini artıklardan olduğunu” ima ettiğini anlayabilirler.

 

Yunus Emre hakkında en vahim ve menfi operasyonu Cumhuriyet Döneminde yapılan âdeta çılgınca ve şarlatanca bir operasyondu. Eskişehir Sarıköy’de 1948 Yunus Emre’nin mezarı ve iskeletinin bulunduğu yolundaki yalan ve uydurma operasyondu.  II. Bölümde bahsetmiştim

 

VII. Kanıt:

 

Sayın Beşir Ayvazoğlu’nun Sabahattin Eyüboğlu’nun bir saptamasına gönderme yaptığı aşağıdaki cümleler:

 

“Eyüboğlu, bu masaldan yola çıkarak Yunus’u kendisine bağlayan Toptuk Emre’nin belki de “Yeni Müslüman olmuş” bir Anadolulu olduğunu söyleyerek Yunus’u ve düşüncesini yerli Anadolu halkın, dolayısıyla antik dünyaya bağlamaya çalışıyor, üstü kapalı olarak Yunus’un düşüncesine İslam’ın ve tasavvufun dışında bir kaynak arıyordu”[10]

 

Sabahattin Eyüboğlu’nun üstü örtülü olarak yaptığı saptamayı ben açıkça iddia ediyorum.

 

Özgün ve otantik ve şaheser esere sahip Sahih Yunus Emre Yerli Hıristiyan halktandı. Yunan Felsefesine hâkimdi. Rumca, Arapça Farsça lisanlarına vakıftı ve şehirli bir aristokrattı.

 

Özgün şaheser metnin sahibi Sahih Yunus Emre “şathiyeler” söyleyecek kadar Sünni İslam’dan mesafelerce uzaktaydı. Şeriatı eleştirdiği şiirlerde mecaz olarak değil lafzı anlamında olduğu gibi şeriata karşıydı. Yunus Emre evet şarap içiyordu.  Şarap içmesi öncelikle lâfzî bağlamda şarap içtiğine işaret ediyordu Ama şarap içme “aşk şarabı”  sembolik ve mecazi düzlemde aşkın ( tranzandental ) bir gönderme olabilirdi. Elbette bu aşkın (tranzandental )  gönderme ve semboller bir kurgu idi. Ben ayrıca Sahih Yunus Emre’nin kadehten ( Tağ) dan içtiği şarabın Hıristiyan vaftiz ayinine, komünyon törenine benzediğini fark ettim.

 

Bir sonraki bölümde Sahih Yunus Emre’nin Karaman’da katledilmesi ve Yunus Emre’nin dâhi ve şizoid bir şair olarak asla tarikat şeyhi ya da mürit olmadığını, kendi metafizik ve entelektüel ıstırabını yaşadığı hususlarına değineceğim.

 

Belki de Sahih Yunus Emre’nin asıl ontolojik değerini nadir ânlarda muhafaza ve aşikâre ettiğini söylemek mümkün. Sahih Yunus Emre geleneğinin aslı takipçisi olduğunu iddia ettiğim Yunus gibi bir kutup yıldız olan Türkçenin en büyük şairlerinden Cemal Süreya’nın bir dizesiyle, ontolojik mânâda artzamanlı değil eş zamanlı olarak günümüzde yaşamaya devam ediyor. Bu halde Heıddegerci bağlamda ve tecellilerin sürekliliği olarak dil  ( şiir ) içinde bir akışa, işaret etmektedir.

 

 

“YUNUS Kİ SÜT DİŞLERİYLE TÜRKÇENİN”[11]

 

Belki araştırmacılar Gerçek Yunus ( Ionnes ) Emre’ye ait Türkiye’de, Batı ve Şark kütüphanelerinde Grekçe ya da Karamanlıca harflerle yazılmış bazı fragmanlar, betikler keşfetmeleri mümkündür.  Dede Korkut Hikâyeleri Odysseia’dan mülhemse, Gerçek Yunus Emre’ye mehaz Grekçe ya da Karamanlıca metinlerin, keşfedilmeyi beklediği düşünülebilir. “Divan- ı Lügat’ı Türk” i keşfeden Ali Emiri Bey’in karşılaştığı mucizenin benzerleri nadir olsa da mümkündür.

 

Halk içindeki “Kırk yıl dergâha eğri odun taşımamak”  mecazının doğru idrak edilmediği gibi, Sünni ve dehâdan mahrum Nakşî Bendi mensuplarının yazdığı kötü şiirlerin Yunus külliyatına karıştığını biliniyor. Yunus’un şiirlerinde Mazlum- u Âliler dışında Dört Halife’nin adları zikredilmez. Gerek Mevlâna ve Yunus’ta İsevilik ve İncil’e dair mevzular methedilerek, zikredilir.

Mevlana ve İbni Arabî’nin, Hıristiyan mistizmiyle alakalı mistik sanatçı ve filozofları etkilediğini söylemek mümkün. Heıddeger’den, Spinoza’ya, Dante’ye kadar.

İskender Pala’nın “OD” adlı Yunus Emre’yi anlatan romanındaki Yunus Emre Sünniliğin takdim ettiği ve de İskender Pala’nın tahrif ettiği,  sahih olmayan Yunus Emre’dir.

 

 

BİR SONRAKİ BÖLÜMDE GERÇEK YUNUS EMRE’NİN ŞEHİRLİ VE ARİSTOKRAT OLDUĞU ŞEYHLİK MÜRİTLİK GİBİ OLGU VE EYLEMLERLE ALAKASIZ BİR ŞİZOİD DEHÂNIN ENTELELKTÜEL ISTIRABINI YAŞADIĞINI HAKİKATİ ARAYAN VAROLUŞSAL ÇABASI ONTOLOJİK HAKİKAT OLARAK BİR SAHİCİLİĞİN ( OTANTİK VAROLOŞUN)  SADECE İLK VE GERÇEK YUNUS EMRE İÇİN DOĞRU OLDUĞUNU VE İKTİDARLARIN BEYLERİN ÇOK SIK DEĞİŞTİĞİ VE ANARŞİZMİN HÜKÜM SÜRDÜĞÜ KARAMAN BEYLİĞİNDE BİR SİYASİ EYLEMLE İRTİBATLANDIRILARAK KATLEDİLMESİ HUSUSUNDA DEĞERLENDİRMELERDE BULUNACAĞIM. ZİRA ŞİİR BUGÜN OLDUĞU GİBİ O ZAMANDA İKTİDARLAR İÇİN BİR TEHLİKE İDİ

 

DEVAM EDECEK

***

Hüseyin Avni Cinozoğlu



[1] Digraf Y. 1.Baskı Ekim 2007

[2] Nietzsche. The Cpmplete Works, hz Oscar Levy ( Edinburgh: T. N. Foulis. S. 164.165.167

[3] Nietzsche. The Cpmplete Workss170

[4] Nietzsche. The Cpmplete Works s. 169

[5] Edward Said. Başlangıçlar. YKY ı BASIM Aralık 2009 s. 71–72

[6] Yunus Emre. Kültür Ve Turizm bakanlığı yayınları. Ankara 2012. s. 44

[7] [7] Yunus Emre. Kültür Ve Turizm bakanlığı yayınları. Ankara 2012. s 223

[8] Yunus Emre. Kültür Ve Turizm bakanlığı yayınları. Ankara 2012. s. 381

[9] Yunus Emre. Kültür Ve Turizm bakanlığı yayınları. Ankara 2012 s.408

[10] Yunus Emre. Kültür Ve Turizm bakanlığı yayınları. Ankara 2012

[11] Cemal Süreya



 

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.